Eski bir televizyon şovu vardı, eminim hepiniz hatırlarsınız. Rahmetli Cenk Koray ve bir kutu açmak giderdi. Şimdi tabi modern versiyonları var, milyon liralar dönüyor, ama pazar günlerinin tatlı mahmurluğunda daha bir keyifliydi o kutular, daha masum hediyeler.
Cenk Koray kutularıyla oynaya dursun, ben takıldım kendi kutularıma birden. Kafamın içindeki kutular bunlar. Ortaya çıktıklarında uğraşmaya vakit ya da enerjimin olmadığı herşeyi ayrı ayrı paketleyip koyduğum kutularımdan bahsediyorum. Evde biten tuvalet kağıdından gidilmesi gereken açılışlara kadar o kadar çok şeyi kutulamışım ki, kutu olup çıkmışım. Hatırlamam gereken şeyler, yapmak gereken şeyler, yapmak İSTEDİĞİM şeyler, düşündüğüm şeyler, çözmek istediğim içsel dilemalar. Bilinçüstümde ben gündelik hayatımı yaşayadururken, bilinçaltıcağızım devamlı kutuları organize etmekle meşgul. Açılıp işi bitenler, önceliği değişenler, artık birşey ifade etmeyenler, çok sonra başa çıkılabilecekler...
Ben bu kutulardan çok şaşırdım. Hepsini birgün oturup açasım var. Gavurlar derler hani 'deal with it', Türkçe'ye çevirmesi zor sanki, 'uğraş da çıkar aradan' gibi birşey demek, öyle birşey yapmalı sanki. Hoop, bu da bir kutuya giriverdi. Kutular işte böyle çalışıyor. Modern hayatın kargaşında ertelediğin herşey bir gün su, elektrik, gaz olarak başına kutu kalıyor. Anında yaşayamayanların kutuları oluyor, böyle odalar dolusu. Günün birinde hepsini teker teker açmayı bile kutuluyorlar. Sonra durup dururken yoruluyorum, hiçbirşey yapmazdururken. Eh ne de olsa içerde ben vızır vızır dolaşıyor, kutularımı ordan alıp buraya koyuyorum. Dinlenmek mümkün mü?
İnsan nasıl bırakır bu kutuları, kutulamayı?
Tuesday, November 13, 2012
79
Yapacak o kadar şeyim varken, kendimi sıkılırken bulmuyor muyum, akıl sır erdiremiyorum.
Uzun süredir istediğim bu boş vaktim sonun gelmiş çatmışken kapıma, ben de elimde bütün 'eğer bos vaktim olsaydı' yapacaklar listemle eşikte beklerken, sıkılabiliyorum ya, hayret bana. Liste de geniş mi geniş. Neler yok ki içinde: Uzun süredir köşede bekleyen puzzle'dan tutun, yarım kalmış örgü, dantel, dikiş projelerine kadar. Bir de heyecanla yolumu gözleyen IBM selectric II daktilom. Ben de bir kenar da oturmuş, sıkıladuruyorum. İyi mi?
İşte o zaman anlıyorum gavurların 'drive' dedikleri, seslisözlük'ün dürtü diye çevirdiği şeyin ne kadar önemli olduğunu. Drive'ın, yani dürtün yoksa kalıkalıyorsun valla. Elini bile hareket ettiremiyorsun. Kendini öyle boşluğa bakarken yakalayıveriyorsun. Aradan saatler geçmiş bile olabiliyor. Kendimi yolunu kaybetmiş küçük bir çocuğa benzetiyorum. Çocuk kaybolduğunu anlayınca etrafta deli gibi koşmaya başlıyor ya ilk önce, o değil. Sonra yorulmaya başlayınca duruveriyor çocuk da bakıyor bir çevresine. Tanıdık hiçbirşey göremeyince, kal geliyor velete. Bana da öyle kal geliyor işte. Çünkü boş vaktimin olmasına alışık değilim. Kayboluyorum o boş oluşta. Listem vardı ya, yapacaklar listesi, o liste aslında boş vakti olmayan Mey'in boş vakti olan Mey için hazırladığı bir liste. Oysa boş vakti olan Mey'in aklında çok farklı şeyler var sanki. Yavaş yavaş anlamaya başlıyorum. Hatun bir durmak istiyor. Bir durmayı ögrenmek istiyor. Liste sonra yapacak.
Boş vakti olmayan Mey ile boş vakti olan Mey şu anda durmayi öğrenedursunlar, boş vakti olmayan Mey dayanamayıp yaptı gene bişi: geçenlerde mudo concept'ten aldığı ekmekliği biraz çıplak bulduğu için üzerine stencil yapmalı diye yazmıştı listeye.
Ters-evcilleştirme
Geçenlerde visual stimuli topladığım sitelerden birinde görmüştüm o büyük cümleyi:
"You are eternally responsbile for what you tame." (Evcilleştirdiğin şey için sonsuza dek sorumlusundur.)
Aklıma ilk gelen, kediler, köpekler, aslanlar, kuşlar değil çocuklar oldu. Doğdukları günden itibaren sıkı bir evcilleştirilme politikasına maruz kalan bu küçük insanlardan sonsuza kadar sorumlu olan, hatta bundan haz duyan ebeveyinleri düşündüm. Görevlerinin kucaklarına düşen bu minik insanları evcilleştirmek olduğunu zanneden anne babalar.
Gerek yaptırım gerekse koşullandırma ile evcilleşişimizi hatılardım. Defalarca tekrarlanan "çıplak ayak dolaşma, hasta olacaksın"lardan tutun, "tabağındaki bütün yemekler bitmeden tatlı yok"lara kadar hatırlamaya başladım kendi evcilleştirilme sürecemi. Sonra da bütün öğrendiklerimi unutmaya niyetlendim. Kendimi, kendim evcilleştirmeye karar verdim. Kendi hakikatlerimi kendim yaratmayı hayal ettim.
Çok da zor birşeymiş bu ya. Ashtanga hocalarımda Nicolaj söylediğinde inanmak istememiştim: "Birşeyi öğrenmek 100, öğrendigin bir şeyi ters-öğrenmek 1000 tekrar gerektirir." diye. Meğersem yumuşatarak söylermiş gerçekleri. 1000 değil bazen 10000 tekrar gerekirmiş bazı şeyleri ters-öğrenmek için. Mesela "insanın para kazanması için çok çalışması lazım."
Ve gerçek 'büyümek' şimdi başladı.
İnsanın kendi sorumluluğunu almasıymış büyümesi. Anneyi, babayı, toplumu, havayı, suyu, uçan kuşu, yürüyen böceği suçlamak yerine, kendinde bulmasıymış hatayı. Ters-evcilleştirmesiymiş bireyin kendisini. Kendi kendinin elinden tutup, doğduğundan bu yana tüm öğretinlenleri unutup, 'kendi'ni öğrenmeye adım atmasıymış büyümek. Çıplak ayak dolaşınca hasta olunmazmış, para cok kolay kazanılırmış.
İnsanın sadece kendine güvenmeye başlamasıymış asıl büyümek. Her kararın sonucunu, iyi ya da kötü, sevgiyle kucaklamasıymış. Ne de olsa karar benden çıktı. Daha yeni öğreniyor ablası, daha ilk adımlar bunlar. Sık sık kaybolup, anne baba diye ağlayası gelse de, kendini kucaklamasıymış insanin büyümesi. Zor bir şeymis.
Büyümekten artık korkmuyorum. Nitekim büyümek, saçma sapan sorumluluklar alıp onların üstesinden gelmek değilmiş. Kariyer yapmak, aile kurmak, çocuk büyütmek değilmiş.
Hergün kendi küçük elimi tutarak başlıyorum güne. Hadi bakalım Meyhayat, gel bir de bu yoldan yürüyelim. Çıplak ayak yürüyelim. Bakalım hasta olacağımıza hala inanıyor muyuz? Unutmaya başlayalım ki kendimizi hatırlayabilelim.
Kadehimi kendini hatırlamaya çıkanlara kaldırıyorum. Umarım yollarımız kesişir birgün. Nitekim sizin yolunuzu da cok merak ediyorum.
"You are eternally responsbile for what you tame." (Evcilleştirdiğin şey için sonsuza dek sorumlusundur.)
Aklıma ilk gelen, kediler, köpekler, aslanlar, kuşlar değil çocuklar oldu. Doğdukları günden itibaren sıkı bir evcilleştirilme politikasına maruz kalan bu küçük insanlardan sonsuza kadar sorumlu olan, hatta bundan haz duyan ebeveyinleri düşündüm. Görevlerinin kucaklarına düşen bu minik insanları evcilleştirmek olduğunu zanneden anne babalar.
Gerek yaptırım gerekse koşullandırma ile evcilleşişimizi hatılardım. Defalarca tekrarlanan "çıplak ayak dolaşma, hasta olacaksın"lardan tutun, "tabağındaki bütün yemekler bitmeden tatlı yok"lara kadar hatırlamaya başladım kendi evcilleştirilme sürecemi. Sonra da bütün öğrendiklerimi unutmaya niyetlendim. Kendimi, kendim evcilleştirmeye karar verdim. Kendi hakikatlerimi kendim yaratmayı hayal ettim.
Çok da zor birşeymiş bu ya. Ashtanga hocalarımda Nicolaj söylediğinde inanmak istememiştim: "Birşeyi öğrenmek 100, öğrendigin bir şeyi ters-öğrenmek 1000 tekrar gerektirir." diye. Meğersem yumuşatarak söylermiş gerçekleri. 1000 değil bazen 10000 tekrar gerekirmiş bazı şeyleri ters-öğrenmek için. Mesela "insanın para kazanması için çok çalışması lazım."
Ve gerçek 'büyümek' şimdi başladı.
İnsanın kendi sorumluluğunu almasıymış büyümesi. Anneyi, babayı, toplumu, havayı, suyu, uçan kuşu, yürüyen böceği suçlamak yerine, kendinde bulmasıymış hatayı. Ters-evcilleştirmesiymiş bireyin kendisini. Kendi kendinin elinden tutup, doğduğundan bu yana tüm öğretinlenleri unutup, 'kendi'ni öğrenmeye adım atmasıymış büyümek. Çıplak ayak dolaşınca hasta olunmazmış, para cok kolay kazanılırmış.
İnsanın sadece kendine güvenmeye başlamasıymış asıl büyümek. Her kararın sonucunu, iyi ya da kötü, sevgiyle kucaklamasıymış. Ne de olsa karar benden çıktı. Daha yeni öğreniyor ablası, daha ilk adımlar bunlar. Sık sık kaybolup, anne baba diye ağlayası gelse de, kendini kucaklamasıymış insanin büyümesi. Zor bir şeymis.
Büyümekten artık korkmuyorum. Nitekim büyümek, saçma sapan sorumluluklar alıp onların üstesinden gelmek değilmiş. Kariyer yapmak, aile kurmak, çocuk büyütmek değilmiş.
Hergün kendi küçük elimi tutarak başlıyorum güne. Hadi bakalım Meyhayat, gel bir de bu yoldan yürüyelim. Çıplak ayak yürüyelim. Bakalım hasta olacağımıza hala inanıyor muyuz? Unutmaya başlayalım ki kendimizi hatırlayabilelim.
Kadehimi kendini hatırlamaya çıkanlara kaldırıyorum. Umarım yollarımız kesişir birgün. Nitekim sizin yolunuzu da cok merak ediyorum.
Sunday, July 15, 2012
Leggo my eggo
How long one can survive with no feedback. How long one can convince thyself that the world around exists, even though no feedback received.... reach out, reached at... I know I once said 'you have to reach out to be reached at' but how long one can reach out, without being reached at.
A little mercy, mister.
No more misery.
For a change,
Give me a miracle... a good one(Martin adds)...
I talk to the mountains.
Do they talk back to me?
Do they even know that I am addressing them?
They are on stand still.
I am on standstill. I am craving,
I am longing, I am maddening yet I am standstill.
I cannot move, I cannot dare to breath, but I feel.
Oh, how much I feel.
'Feeling' is my ability. What makes me different from all the others.
What makes me 'me' and others 'others'.
Would I take 'the cure' if I were given one?
Would I end it once and for all and be just like others?
I shall not kiss when I am not in love.
I shall not laugh to dumb jokes, for giggles.
I shall not give in easily for the looks.
I shall remember that love comes to who is ready.
Time is not a matter in this equation.
Time is just a nuisance, with its own pace.
Now I have to wait for a long time
for this love to fade and wait
and be ready to be able to fall in love again.
I am time, running out.
Billy or the Kid
A little mercy, mister.
No more misery.
For a change,
Give me a miracle... a good one(Martin adds)...
I talk to the mountains.
Do they talk back to me?
Do they even know that I am addressing them?
They are on stand still.
I am on standstill. I am craving,
I am longing, I am maddening yet I am standstill.
I cannot move, I cannot dare to breath, but I feel.
Oh, how much I feel.
'Feeling' is my ability. What makes me different from all the others.
What makes me 'me' and others 'others'.
Would I take 'the cure' if I were given one?
Would I end it once and for all and be just like others?
I shall not kiss when I am not in love.
I shall not laugh to dumb jokes, for giggles.
I shall not give in easily for the looks.
I shall remember that love comes to who is ready.
Time is not a matter in this equation.
Time is just a nuisance, with its own pace.
Now I have to wait for a long time
for this love to fade and wait
and be ready to be able to fall in love again.
I am time, running out.
Billy or the Kid
Billy the Khief
You know what I would like to do?
Break in to people's homes and steal trivial stuff... not like their TV's or laptops or anything valuable, but invaluable in price though priceless in their possession...say that specific octagon shaped key, that fits a very specific screw on their bicycle.
So when they are in dire need of that key, say that specific screw on their specific bicycle needed a specific tightening, every once in a while, they would look around for it, like crazy, thinking where or when they might have misplaced it, scratching their heads, all confused...
And in the mean time, I would be in my room, in my apartment, rubbing my hands and giving out that infamous evil laugh:
muuuhhhhaaahahahahahahaha
One can live on that thrill forever, muuhhhaaaahhahahahahahaah.
Billy the Kid
Break in to people's homes and steal trivial stuff... not like their TV's or laptops or anything valuable, but invaluable in price though priceless in their possession...say that specific octagon shaped key, that fits a very specific screw on their bicycle.
So when they are in dire need of that key, say that specific screw on their specific bicycle needed a specific tightening, every once in a while, they would look around for it, like crazy, thinking where or when they might have misplaced it, scratching their heads, all confused...
And in the mean time, I would be in my room, in my apartment, rubbing my hands and giving out that infamous evil laugh:
muuuhhhhaaahahahahahahaha
One can live on that thrill forever, muuhhhaaaahhahahahahahaah.
Billy the Kid
From Fire to Ashes, we go....
While Prometheus was facing his own misery in dignity on the top of the Caucasus Mountain where his liver was eaten by the eagle for all eternity, I got the chance to talk to him at nights, when his liver grew back only to be re-eaten in the following morning. As I asked him every question I desired, and listened to his humble answers, I realized how grateful we should be for his sacrifice, since it has been over 500.000 years since he stole the fire from the gods and gave it to us, humans, ergo causing the fury of the one god everyone avoids, Zeus and have been paying for it since then, 500.000 years of torture and more to come (Since Heracles is too busy devouring himself in the earthly pleasures of lust). As I looked at him in pity and sadness he looked back at me with love and said:
"Dot' fret my dear, don't feel guilt, hence I'd do it again..."
Prometheus would have done it again if he was given another chance. He would have stolen the fire for us, again, knowing he'd be tortured till eternity(Dear Heracles, get over yourself). Because he believed in us, he believed that we had such potential. He still does, in the dawn of our downfall, he still believes in us. If we do not owe it to anything or anybody, we owe it to Prometheus. We have to make a better end for ourselves than the one we are leading towards to... for Prometheus.
"Dot' fret my dear, don't feel guilt, hence I'd do it again..."
Prometheus would have done it again if he was given another chance. He would have stolen the fire for us, again, knowing he'd be tortured till eternity(Dear Heracles, get over yourself). Because he believed in us, he believed that we had such potential. He still does, in the dawn of our downfall, he still believes in us. If we do not owe it to anything or anybody, we owe it to Prometheus. We have to make a better end for ourselves than the one we are leading towards to... for Prometheus.
Wednesday, April 13, 2011
Name of the Game
When does it happen?
How does it happen?
You never know and you never will. You just get hit by it.
You are as shocked as before, unbelieving, puzzled and confused.
You just don't undestand how quick, how uncanny and sneaky it can approach you and you just don't understand until it is all over,
until it is too late,
until the arrow had left the bow and
until you are on a road that you cannot turn back.
until you give that heart of yours and you cannot take it back.
The name of the game is 'falling in love' and it is the best game that man has ever invented.
It is so unpredictable. You never know how it will happen, when, who, but it will happen when you are ready. Not when you THINK you are ready, but when you are really ready. Ready to suck in all the joy and pain that love has to offer. It will happen when you do not look for it, really, believe me. It will creep up on you from behind, catch you breathless and shaken, not stirred, no olives, dry...
The name of the game is "falling in love" and it is the best game that man is entitled to play.
How does it happen?
You never know and you never will. You just get hit by it.
You are as shocked as before, unbelieving, puzzled and confused.
You just don't undestand how quick, how uncanny and sneaky it can approach you and you just don't understand until it is all over,
until it is too late,
until the arrow had left the bow and
until you are on a road that you cannot turn back.
until you give that heart of yours and you cannot take it back.
The name of the game is 'falling in love' and it is the best game that man has ever invented.
It is so unpredictable. You never know how it will happen, when, who, but it will happen when you are ready. Not when you THINK you are ready, but when you are really ready. Ready to suck in all the joy and pain that love has to offer. It will happen when you do not look for it, really, believe me. It will creep up on you from behind, catch you breathless and shaken, not stirred, no olives, dry...
The name of the game is "falling in love" and it is the best game that man is entitled to play.
Subscribe to:
Posts (Atom)